Prof. Dr. Teoman Duralı, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olmasaydı, biz şu anda çok büyük bir felakete uğramış olurduk. 15 Temmuz’da da bu böyleydi. Demek ki 15 Temmuz ile bu koronavirüs olayları karşısında verilen mücâdele, İstiklâl Harbi mucizesinin tekrarıdır” dedi.
Felsefe denilince ilk akla gelen isimlerden biri olan Türkiye’nin yetiştirdiği sayılı ilim insanlarından olan İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Teoman Duralı, Kriter dergisinin mayıs ayı sayısında yer alan röportajında koronavirüs salgını sürecinde Türkiye’nin verdiği mücadele, dünyanın gidişatı ve inanç değerlerinin önemine dair çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Türkiye’nin koronavirüsle mücadeledeki başarısını İstiklal Harbi’ne benzeten Duralı, Avrupa ülkelerinin bu süreçte birbirlerine karşı dayanışma göstermeyen tutumunu ise “Birleşik Avrupa hamhayaldir” diyerek eleştirdi. İşte Prof. Dr. Duralı’nın söyledikleri:
İSTİKLAL HARBİ GİBİ
Bu süreçte Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olmasaydı, şu sıra hatırı sayılır boyutta bir felâkete uğramış olurduk. 15 Temmuz’da da bu böyleydi. Demek ki 15 Temmuz ile koronavirüs olayları karşısında verilen mücâdele, İstiklâl Harbi mucizesinin tekrarıdır. Evet, İstiklal Harbi bir mucizeydi. En olmayacak bir olayı başardık. Kimsenin başaramayacağı bir olay ki, ben söylemiyorum, bunu Adolf Hitler vaktiyle söylemiştir: “Şu Versay Antlaşması’nı nasıl oluyor da yok edemedik, başaramadık, onlar Sevr’i yırtıp attılar.” Öyle ki Birinci Dünya Harbi sonundaki Almanya’ya oranla daha kötü durumdaydık. Almanya işgal edilmemişti, bizse işgal edilmiştik. Almanya toprak kaybetti, hepsi bu. Bir de ağır cezalar geldi, vergiler vesaire. Biz ise hepsinin işgaline uğradık.
BAŞKANLIK SİSTEMİNE BORÇLUYUZ
Koronavirüs meselesini biz bu gidişle az bir zararla atlatabilirsek ki, benim beklediğim en önemli zarar iktisadîdir. İktisadımız çökmeden halledersek, bunu devlet sistemimize, demek ki başkanlık sistemine borçlu olduğumuzu şimdiden bildiriyorum. Bizlere düşman kesilmiş olanlar, bizleri yıkmaya çalışanların gözlerindeki en önemli engel bu başkanlık sistemi olmuştur. Bundan sonraki adımlarımızı yine bu doğrultuda çok sağlam atmak zorundayız. Şu ân başta bulunan kişiden sonra kimin geleceğini iyi tayin etmek lazım. Bunu tesadüfe bırakamazsın. Başkanlık sisteminin en önemli tarafı da bu. Seçkin bir idarî kadroya sahip olmak lazım. Halihazır sistemimizin en önemli zaafı budur. Kadroların zayıf kalırsa, baştaki kişi gerektiği gibi değilse o zaman hapı yutarsın. Ama bunlar sağlam kurulduktan sonra sistem kurtarıcıdır. En azından bizim için. Her milletin kendine göre bir sistemi olması lazım.
TEHLİKELİ SULARDAN GEÇİYORUZ
Salgın hastalıklar bitmez, yarın başkası gelecektir. Bunları önlemenin, durdurmanın zararlarını en aza indirmenin yolu devlettir. Devletin dayanışmacılığıyla biz bunu sağlayabiliriz. Gayret bizden inâyet Allah’tandır. İyi niyetimizi görüp bunu değerlendirmek Allah’ın işi. Dediğim gibi tehlikeli sulardan geçiyoruz. Kafam hep denizcilik üstüne çalıştığından, gemi nasıl yürütülür ona bakıyorum. Tehlikeli sulardan geçiyoruz Allah sonumuzu hayır etsin.
KORKUYU ÖRTEN İNANÇTIR
Din en önemli dayanağımızdır. Yapıştığımız daldır, cankurtaran simidimizdir. Bunu kaldırır, iptal edersen, insanı çırılçıplak bırakır, sömürülmeye elverişli hale sokarsın. İnanan insan için ölüm korkulacak bir olay değil. Tabii buradaki düşünce “Yiyorum, içiyorum, eğleniyorum, geziyorum, tozuyorum. Sonra ölüm geldiğinde boşluğa düşeceğim, hiç olacağım.” Hiçlik kadar korkutucu şey yok hayatta. Dayanıksızlığın en uç noktasıdır hiçlik duygusu. Çünkü bu kesin olarak bir bilinmezliğe götürüyor seni. Bilgisizliği dinde inançla kapatıyoruz. Evet tabii ki ölünce neye uğrayacağımızı bilmiyoruz. Bu mutlak bilinmezliktir. Hiçbir şey bunun önünü alamaz ama onun yarattığı korkuyu örten inançtır. Bu konuda da en güzel yazan çizenlerden biri Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard’dır. İnsanın inanç yoluyla o korkuyu nasıl yendiğini çok rahat görebiliriz. Din olmadan da hayat çekilir cinsten değildir. Din olmadan özellikle kapitalist/sermayeci bir dünyada katlanmanın dayanılmaz ağırlığını belirtmek istiyor. Yalınkat biyotik bir yaşama biçimi. İnsanî bir hayat olmaktan çıkıp hayvani bir yaşayış oluyor. Bu şekilde dayanıksız halde kalıyorsun, dayanıksız halde kalan insana her şeyi yaptırmak mümkün. Hazan yaprağı misali oradan oraya savrulur durursun.
DİNDE HAYAT KUTSALDIR
İngiltere’nin salgın sürecindeki “Ölenler ölsün sağlamlar bizimle kalsın” yaklaşımı tamamıyla ideolojik bir olaydır. Evet Darwin’den mülhem ama ondan önce de vardı. Dine uzak, salt savaşmaya yönelik toplum yapıları olmuş mudur, olmuştur. Spartalılarda olmuş meselâ. Bazı ilkel topluluklarda yine buna rastlıyoruz. Yaşlısını alıyor dağın tepesine bırakıyor yahut yaşanılmayacak bir köşeye atıyor, orada ölüme terk ediyor. Eli kolu tutmayan sağlıksız çocuğu ölmeğe bırakıyor. Ama dinin hâkim olduğu bütün ortamlarda veya hak dinleri diyelim… Bütün hak dinler merhameti baş tâcı etmişlerdir. Tersine eli ayağı tutmayan insanlara karşı ödevlerimiz hatırlatılır dinlerde. Her şeyden önce hayat kutsaldır. Çünkü Allah’ın bir eseri olarak addedilir. Allah’tan ötürü insanı da seviyoruz. Şimdi Allah’tan vazgeçebilir misin? Mantıkça vazgeçemezsin, çünkü yok ortada. Demek ki gösterebileceğim bir yerde, bir makamda bulunmuyor. O orada durmuyor, meselenin en zor tarafı da bu. O bakımdan Allah’tan mantıkça vazgeçemediğinden, onun yarattıklarını da yok edemiyorsun. Onun ortaya koyduklarını silemiyorsun.
‘BİRLEŞİK AVRUPA’ HAYAL
Avrupa’da dayanışmanın olmaması çok doğal bir şey. Onu da yine kırk yıldır söyler dururum, ama yine sakalımız olmadığından dinlenmedi. Avrupa diye bir millet yok. Avrupa’da milletler bulunur. Nasıl bir Türk milleti varsa, nasıl bir Türk milletinden bahsedersek işte öyle bir İtalyan, Fransız, İngiliz, İspanyol milleti vardır. Bunların birbirlerine yakınlıkları, uzaklıkları var tabii. Ama o yakınlıklar, o benzerlikler bütün bu saydıklarımı bir millet kılmaya yetmiyor. Öyle bir şey yok. O bakımdan “Amerika Birleşik Devletleri gibi bir Avrupa Birleşik Devletleri kuralım” fikri hamhayâldir. Bir hükümdar olursun, güçlü bir ordun olur, fetih hareketine girer, bir Avrupa İmparatorluğu kurarsın. O gücünün yettiği müddetçe sürer, Osmanlı Devleti gibi. Bir sürü milleti, toplumu şemsiyemiz altına topladık, zayıfladığımız ânda hepsi dağıldı gitti. Millet olmaya müsait özelliklerin bulunduğu yerde millet ortaya çıkar. Avrupa’da böyle bir durum yok. Nasıl ki Asya milletleri bir araya gelemezse, Afrika milletleri gelmiyorsa Avrupa’nın da gelmesi mümkün değil.
İNGİLTERE AB’NİN ÇOBANIYDI
Diyeceksiniz ki nereden çıktı Avrupa Birliği (AB), böyle bir teşebbüs niye olmuş? Bunun sebebi İkinci Dünya Harbinin sonunda galip devletler özelikle İngilizler ile ABD, Almanya’nın yeniden güçlenmesine meydan bırakmamak için tedbir aldılar. Baş düşmanları Almanlardı. Bunları ehlileştirmek, ellerinin altında tutabilmek amacıyla iki çok önemli tedbir aldılar. Bunun başını kim çekti? İngiltere çekti. Avrupa Birliği’ni tesis ettikten sonra İngiliz “tamam” dedi, “artık burada işim kalmadı, bunu becerdim; bundan böyle kendi yoluma bakacağım” diyerek ayrıldı oradan. Çoban ile sürü örneğinde olduğu gibi. Çoban, sabah erken saatlerde güneş doğarken sürüsünü dağa otlatmaya götürür. Etrafında da üç-beş çoban köpeği vardır. Bunları otlağa çıkardıktan sonra oradan ayrılır, artık orada işi kalmamıştır. Köpekler onun işini görecekler, yânî ona vekâlet edeceklerdir. Hattâ birçok yerde akşam güneş batarken çoban bir daha kıpırdamaz, köpek sürüyü toparlayıp aşağıya getirir. İşte İngilizlerin de yaptığı budur. Sürüyü alıp otlağa götürdüler, olay gerçekleşti. “Artık burada durmama hacet yok, kendi işime bakayım” düşüncesiyle çekip gitmiştir. Sürüyü itlerine bırakmıştır.
SERMAYE DÜZENİ FACİADIR
Bugün yeryüzünü sarıp sarmalamış koronavirüs gibi her tarafa yayılmış olan sermaye düzeni, tam manâsıyla bir faciadır ve kötülükleri bu getiriyor. Bu sermayecilik öylesine baskın ki bunun karşısında seçenek olarak gösterebileceklerin de onun etki alanına girmiş durumda.
Bu arada bunu söylerken şunu hemen işâret edeyim: İslâm da onun çekim alanındadır. Bugün Müslümanların yaşayışlarına baktığımızda, özellikle zengin, işadamlarına… Bunlar Müslümanca yaşamaktan ziyâde, sermâye düzeninin taleplerine cevap vererek yaşıyorlar. Müslümanlık günde beş kere namaz kılmaktan, oruç tutmaktan, hacca gitmekten ibâret değil. Bunlar ibâdet, demek ki talim, terbiyedir. Talim, terbiye nedir? Araçtır. Neye araçtır? Doğru, düzgün, dürüstce yaşama gâyesine matuf araçtır. Geçimini alnının teriyle helâl gelirle sağlayacaksın. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemeyeceksin. Ödevini, görevini lâyıkı veçhile yerine getireceksin.
KAYNAK: KRİTER DERGİ
Göz Atmak İster misiniz?
Tüketiciyi aldatanlara 11 ayda 223,9 milyon lira ceza kesildi!
Reklam Kurulu’nun kasım ayı toplantısında kasım indirimleri ile ilgili yapılan uygunsuzluklarla ilgili 151 dosyaya 19 …